Her çocuğun okumayı sevmesi, akademik olarak başarılı olması mümkündür. Yeter ki ünlü yazar Daniel Pennac'ın söylediği gibi, bir sınıfın farklı enstrümanlardan oluşan bir orkestra olduğunu kavrayabilin.
Yeğenim doğduğunda, hastanedeki ilk akşamında, babası yani kardeşim, çantadan yazdığım ve yayınladığım ilk kitabım olan “Kırmızı Solucan”ı çıkarmış ve kendisi de kırmızı bir solucana benzeyen yeğenime tane tane okumuştu. Yeryüzündeki ilk akşamında, Sarp’a kitap okuması, hele de benim yazdığım bir kitabı okuması, beni her anlamda çok mutlu etmişti. Aradan geçen zamanda gelenek bozulmadı ve yeğenime her akşam mutlaka kitap okundu. Ne kadar yorgun olursa olsun, ne kadar yatma vakti geçmiş olursa olsun Sarp da mutlaka bunu talep etti ve artık kimi yakalarsa, önüne seçtiği kitapları yığdı. Zaman içinde Sarıgaga’nın “Kelebek”, “Turuncu Teyze”, “Kırmızı Ringa”, Mançalı Don Kişot”, "Angelman" gibi kitaplarının yanı sıra Oliver Jeffers’ın “Kayboldu Bulundu” (Lost and Found), Chris Haughton’un “Annem Nerede?” (O zamanlar Türkçesi çıkmamıştı, Flamanca bir kopyanın resimlerine bakıyorduk) favori kitapları oldu. Yeğenim şimdi 6,5 yaşında. Birkaç gün sonra ilkokula başlayacak. Kendini çok akıcı bir şekilde ifade edebiliyor ve ciddi bir kelime hazinesine sahip. Zaten iki buçuk yaşındayken kurduğu ilk cümleyle (“Anne, kedinin yemekini koydun mu?) bizi dumura uğratmıştı. Kitaplara, gittiği yuvada özel bir okuma köşesi yaptıracak kadar düşkün. Ebeveynleri, kitapların onun üzerindeki olumlu etkisinin sadece okuma kültürü ve bilgi açısından değil duygusal anlamda belirgin olduğunu söylüyor. Lakin birçok yaşıtı gibi çok hareketli ve bazen zapt edilmesi güçleşiyor. Kontrolünü kaybediyor ve öfke krizleri yaşıyor. İşte böyle zamanlarda “Ben biraz bunları inceleyeceğim” deyip kitapların yanına çökmeyi ve kendini sakinleştirmeyi öğrendi. Bunun bile tek başına büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum.
Gelelim iki numaraya. Sarp’tan iki yaş küçük olan kız kardeşi, aynı evde, aynı ebeveynlere, aynı kitap kültürü edindirme şevkine ısrarla karşı koydu. Kitapları genelde tersinden açıp söyle bir bakıp fırlatıp atmayı tercih ediyordu. Asla kucağınıza alıp bir kitabı sonuna kadar okuyamıyordunuz. 500 kere peş peşe “Çekirdeksiz Domates” şarkısı dinleniyor ama tek bir kitap okunamıyor. Biz de tam olarak pes etmeden ama çok da üstüne düşmeden kitaplara ilgisini artırmaya çalıştık. Ve sonunda altı ay önce, Serra, Benji Davis’in “Yalnız Balina”, “Büyükannem ve Minik Kuş” kitaplarını ve dolayısıyla serinin kahramanı Noi’i keşfetti ve her şey değişti (Ne kadar rakip yayınevinin kitapları olsalar da yapacak bir şey yok, doğruya doğru). Abisi kadar olmasa da artık Serra da kitaplarla daha fazla zaman geçiriyor ve merak edip, talep ediyor. Yani her çocuğun, aynı ortamda büyüyenlerin bile, farklı bir ritmi var. Biz yetişkinlere düşen pes etmemek ve onların cesaretini kıracak sözler sarf etmeden ve baskı kurmadan çabalamaya devam etmek.
Günümüz Fransız edebiyatının en başarılı yazarlarından biri ve aynı zamanda eğitimci olan Daniel Pennac’ın bu konuda kendisiyle ve öğrencileriyle pek çok anısı var. Bir röportajında şöyle anlatmış: “Okulda kendimi bir ‘mankafa’ gibi hissederdim. Örneğin öğretmen bir soru sorduğunda donup kalır cevap veremezdim. Sürekli bir korku ve tutukluk içindeydim. Abim, büyük harflerden korktuğumu anlatıyor. Çünkü onlar isimlerden, ülke isimlerinden, tarihi kişilerden önce geliyorlardı. ‘Seni küçük aptal, bak bu senin başına ne dilbilgisi sorunları çıkaracak’ diyorlardı adeta. Ev ödevimdeki soruları anlamıyordum ve ödevi yapmıyordum. Bir şiirdeki metini anlamıyordum ve öğrenmiyordum. Bunu öğretmenime izah etmem gerekiyordu. O yüzden de yalanlar, hikâyeler uyduruyordum. Tüm bunlar büyük bir utanç duygusuna neden oluyordu ve gerçek dünyadan kendimi çekerek tüm yetişkinlerden ve öğretmenlerden nefret ediyordum. Kısacası küçük bir cehennemin içinde yaşıyordum. Ama her zaman bir umut vardır. Öğretmenliğin mucizelerinden biri de bir öğretmenin çocukları eğitimin geri kalanından kurtarabilmesidir. Öğretmen bir sihirli değnekle karşınıza çıkar. Aslında bu sihirli değnek öğretme kabiliyetidir. Omzunuza dokunur ve ‘hayır sen bir mankafa değilsin’ der. Mucizevi bir şekilde ona inanırsınız. Benim karşıma böyle dört öğretmen çıktı ama okul yıllarımın sonuna rastladılar. Önce çıksalar daha iyi olurdu.” Öğretmenlik kariyeri boyunca Daniel Pennac, birçok alışılmışın dışında teknikler denemiş. 70’lerde başına gelen bir olayı şöyle hatırlıyor. Sırasının arkasında ders boyunca sürekli çizimler ve çamurla modeller yapan bir öğrencisi olmuş. Diğer öğretmenler ondan ümidi kesmiş. Pennac ise ona ders boyunca rahat rahat çizim yapabileceği bir köşe ayırmış. Ama dersten 15 dakika erken gelip bir önceki dersle ilgili çalışmışlar. Sonunda çocuğun ancak elleri meşgulken, elleriyle bir şey ürettiğinde konsantre olabildiğini anlamış. Dersleri yavaş yavaş daha iyi anladıkça bu ihtiyacı giderek azalmış. Bir başka öğrencisi ise ancak 10 dakika sabit oturup sonra adeta patlarcasına hareket etme ihtiyacı hissediyormuş. Pennac onu, bahçe katında olmalarının avantajını kullanarak pencere kenarına oturtmuş. Çocuk elini kaldırdığında Pennac ona pencereden atlayıp bahçede üç dakika koşup geri gelmesine izin veriyormuş. En büyük başarısı ise çocuklara okumaktan zevk almayı öğretmesi. Pennac iki seçeneği olduğunu düşünmüş; ya okumayı sevmeyen çocuklar için yapacak bir şeyi olmadığını kabul etmek ya da onların aslında edebiyatın gerçekte ne olduğunu bilmediklerinden yola çıkmak. Çocukların aslında kitabı okuduktan sonra kendilerine sorulacak sorulardan korktuklarını anlamış. Şöyle bir çözüm bulmuş. Peki demiş madem okumayı sevmiyorsunuz okumayın, dinleyin. Size tek bir soru dahi sormayacağım. Ardından sınıfta haftada bir saatini sesli okumaya ayırmış. Ve okuma sonunda hiç soru sormamış. Zaman içinde soruları çocuklar sormaya başlamış ve kitabın yazarını merak etmişler: “Bu Roald Dahl da kim? Başka neler yazmış?”… Daniel Pennac zor da olsa öğretmenlerin sabırlı olmaları gerektiğini söylüyor. Daniel Pennac öğrencilerine oldukça zor sayılan metinler okumaktan da geri kalmamış. Ve James Joyce okuyarak bir deneme yapmış. “Cehennem üzerine bir bölüm vardı. 25 sayfalık şahane cehennem sayfaları. Çocuklar tam bir korku moduna girmişti. Ben de durdum. ‘Daha daha…’ diye bağırmaya başladılar. Ve bu Joyce idi. Anlaşılmaz olduğu iddia edilen Joyce. Çocukların anlamayacağı ön yargısından uzak durmalıyız. Aslında Daniel Pennac’ın bir öğretmen olarak başarısı, öğretme felsefesinden kaynaklanıyor: “Bir sınıf bir tabur değildir, farklı enstrümanlar, farklı entelektüel ve fiziksel becerilerden oluşmuş bir orkestradır. Ben 17 yaşıma kadar entelektüel olarak çok tutuktum. Benim kendime özgü bir ritmim vardı. Bir öğretmen sınıfta herkesin farklı bir ritmi olduğunu asla unutmamalı.”
Comments